HER GECENİN BİR SABAHI VAR

Belleğimizi biraz yoklarsak biliriz ki, bundan yirmi yıl kadar önce Graham Fuller denen bir Amerikalı, Ortadoğuda yıllarca görev yapmış bir kişi, CIA Ulusal İstihbarat Konseyi eski başkan yardımcısı, Türkiye’de siyasi islamın artık iktidara gelmesinin zamanı gelmiştir öngörüsünde bulunmuştu. Aslında bu bir öngörü değil, çoktan yol haritası çizilmiş bir konseptin dile getirilmesiydi. Yine hatırlanacağı üzere, o yıllarda Huntington tenen toplum bilimci, Kültürler Arası Çatışma teorisiyle Yeni Dünya Düzeninin nasıl olacağına dair, daha doğrusu nasıl olması gerektiğine dair bir tartışma başlatıyordu. Ne tesadüftür ki(?) Sovyetler Birliğinin çöküşüne rastlayan zaman dilimiydi ve Soğuk Savaş sonrasının insanlığa sunulan reçetesi artık bulunmuştu. Ondan sonrası hepimizin malümu Afganistan, Irak savaşları vs. Dünya bu kurtuluş reçetesinin üzerine atlamıştı. Daha doğrusu insanlığa, ‘Atla oğlum, başka şansın yok!’ denmişti. Biz faniler, dünyanın efendileri olan emperyalistlerden daha mı iyi bilecektik yani! Hemen atladık. Belki de atlamayı çok sevdiğimizdendi, kim bilir?

Ortaya çıkan resmin bütününün, bizi, yani Anadolu insanını ilgilendiren renk ve çizgilerine gelince:
Huntington, o deprem yaratan teorilerine nasıl bir not düşmüştü: “Türkiye’de Kemalizmin artık aşılması gerekir.” Ben, nacizane biraz da söyleyene bakarım. Hani, o, bizim kadim halkımızın(?) çok sevdiği, dinime küfreden müslüman olsa bari, deyişi vardır ya. Neyse, geçelim bu yanını, çok su kaldırır. Bu ara bir şeyin altının ip gibi kalın bir çizgiyle çizilmesi gerektiğini de vurgulamakta yarar görürüm. O da şudur: Yirmibirinci yüzyılın dünyasının yol haritasının çizilmekte olduğu bu zaman diliminden önce, bu yolun hazırlıkları adım adım ilerliyordu bile. Türkiye’de bizim çocuklar darbe yaptı, çoktaan denmişti bile. “Türk – İslam Sentezi” nin temelleri çoktaan atılmıştı bile. “Asmayalım da besleyelim mi!” çoktaan denmişti bile. Türkiye’de daha güzel bir dünya gibi bir ütopyanın düşlerini kuran vicdanın üstü çoktaan çizilmişti bile. Ki şimdilerde birileri, üstünü çizdikleri vicdanın artık olmadığı ülkemizde, kendi üstleri çizilmesin diye kendi yaşam savaşını vermekteler. Yazık! Nerde kalmıştık? Ha, efendilerin, “Kemalizmin de artık aşılması gerektiği”, saptamasında. Sonra ne mi oldu? Ondan sonrasını sağır sultan bile biliyor elbette ki. Siyasi islam, ılımlı islam adı altında dal budak verdi, serpildi büyüdü, iktidara da geldi. Gemicikleri bile oldu. Son model, hem de kocaman kocaman arabalara bindi. Mustafa Sandal’ın kulakları çınlasın. “Onun arabası var, güzel mi güzel…” Bulduğumuz yerde atlıyoruz, ne güzel. Melodilerimiz bile küreselliği yakaladı. Yakaladık mı muck, muck yaparız’ın devriydi artık. Graham Fuller gibileri haklı çıkmışlardı. Ne yapalım. Neylerse mevlam güzel eyler(mi?) demeliydik.

İşin ilginç yanı, Graham Fuller geçenlerde, Türkiye’de hilafetin kaldırılmasını da eleştirmiş. Süper değil mi! Bu bilge adamdan öğrenecek daha çok şeyimiz var. Demek ki bizim beyin kabızlığımızın geçeceği yok. Peki bu efendinin müzmin ağız ishaline ne demeliydi? Eski cumhurbaşkanı Ahmat Necdet Sezer, İstanbul’da bir Nato toplantısında, Türkiye bir islam cummhuriyeti değildir, diye serzenişte bulunmuştu. Aslında bu bir çığlıktı da pek duyulmadı. Hiç kimse duyan olmak istemedi. Bizim iktidardaki devşirmelerin de uzun vadeli hedefleri bu değil miydi. Bu ara ağız ishali olanların dil sürçmesi bitmek bilmiyordu artık. Dünyanın efendileri Türkiye’ye, Ortadoğuda yeni bir rol biçmişlerdi. Laikik maiklik modası geçmiş şeylerdi artık. Biraz sulandırılmalıydı. Türkiye yeni islami demokrat kimliğiyle bölgesinde diğer ülkelere model olmalıydı. İslam demokrasiye banılmalıydı, içilesi bir çorba değildi yoksa. Ortadoğuda yeni bir tarih yazılıyordu. Ve bu tarih küresel ölçekte dünyanın en ücra köşelerindeki halkların bile geleceğini belirlemede en önemli kilometre taşlarından biriydi. İşte böyle istiyordu dünyamızın efendileri.
Sonra, az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik… Bir de baktık ki bir iğne ucu kadar değil, bayağı bir yol gitmişiz. Sıra gelmişti nihai hesaplaşmaya. Derken BOP denilen, o, büyük Ortadoğu ucubesi de çoktaan ölü doğdu. Bunun için Türkiye’ye yeni bir don biçmişlerdi hani. Hem de kıçının ölçüsünü bile almadan. İstersen giyme. Yersen, dediler. İstersen yeme. Bizimkiler de ‘One minüt!’ demeden önce müthiş demokrat edasıyla demokrasiyi tramvaya benzettiler. Durağı gelince ineceklerini söylediler. Hele bir şu Cumhuriyetin defterini dürelim, İkinci Cumhureti kuralım bi dediler. Bunun için –haklarını teslim etmek gerek- yüzlerinden ziya saçan savcılarla döşediler Anadoluyu baştan başa. Ulemalar çok kadınla evliliği Avrupalıya izah etmeye çalıştılar. Hatta bir ara, Avrupa Birliğine girmek için müthiş demokratik yasalar çıkardılar, sonra da, biz Avupanın ahlaksızlığını aldık, dediler. Öyle ya, dünyanın bütün başka kültürleri ahlaksız dı da, bir biz çok ahlaklıydık. Örneğin, adı vergi kaçakçılığına karışan bir Japon, yarım metrelik kılıcı karnına saplayıp harakiri yaparken manyaktı, geri zekalıydı. Onun gibileri bizim memleketimizde bir süre sonra önünde eğilinen asil insan mertebesine yükselirlerdi. Belki de bu yüzden, ahlaksızlığını aldık dedikleri batı kültürünün delikanlı gibi düello kültürünü yok sayarız da, kendi eşkıya filmlerimizle büyürüz. Sorgulamayız pusu kuran ruhları. Çünkü, biz adamı yeriz Kurtlar Vadilerinde!

“Tarihin içinde yaşamayanlar tarihin fışkısını yemeye mahkümdur”, demiş bir düşünür. Doğrudur. Ben de derim ki, hele hele başkalarının yazdığı bir tarihte sadece figüran rolunu oynamak koyar bize. Eski Yeşilçam filmlerinde çok var, örneğin, bir Erol Taş’ın kulakları çınlasın. İsterim ki, bu içinde bulunduğumuz tarih sahnesini koskoca projektörle ışıklandıranların kim olduğunu bilelim. Bilelim kimler var o senaryoların arkasında. Gerekirse rolümüze karşı çıkalım. Onurlu oyuncular olalım. Bu hayatın kendisi zaten büyük bir sahne. Bu hayatı gelin güzel oynayalım, adam gibi oynayalım. Türkçenin dışında dünyanın başka hiçbir dilinde benzeri olmayan bir deyimle, yani, delikanlı gibi oynayalım. Ama öyle sözde değil, özde. Sadece ağacı değil, ormanı da görelim. Çünkü o ormanda binlerce yıldır gökyüzünün mavisine aşık görkemli ağaçlarda var. Bir delinin bir kuyuya attığı bir taşı kırk akıllı çıkaramazmış. Öyle derler Anadoluda. Oysa şimdi şöyle diyebilmeli diye düşünüyorum: Bir akıllının kuyuya attığı bir taşı, bir sürü aptal çıkaramıyoruz. Aptallığımızda direttiğimiz sürece de çıkaramayacağız. O, akıllıya desek ki, oğlum, sen bu donu bana biçerken sordun mu? Senaryoyu niye hep sen yazıyorsun? Sen niye hem kaptansın, hem hakemsin, hem kuralları kendin koyuyorsun? Ne biçim oyun bu kardeşim!

Evet. Bugün Türkiye’de bir oyun oynanmakta. Hem de rezil bir oyun. Soros beslemesi kalemler bir yanda, cemaatler öte yanda yolun sonuna yaklaştıklarına inanmakta, bunun için de en iyi savunmanın hücüm olduğuna inanmaktalar. Da yine de emin değiller anlaşılan, yoksa Hoca efendilerinin ABD’den gelmesi pek yakın olurdu. Arap losyonlu bir atiye (geleceğe) doğru kanatlanmış gidiyorduk artık. Mesela Ürdün’e, Sudan’a bile vize de kalkmıştı. Ne güzel. Eskiden onlar fişlerlerdi, şimdi sıra bizde demekteler. Ahlaksızlığını aldık dedikleri Batılılar evrenin uçsuz bucaksızlığını tararken, quantum fiziğini, insanoğlunun genetik haritasını, var oluşun gizemini çözmeye çalışırken, hatta yakın bir zamanda belki de Mars’a taşınmanın planlarını kurarlarken, bizim cüppelilerimiz vardı artık. Onlar Anadoluda vaaz turnelerine çıkmaktalar. Kim bilir, belki de hala meleklerin cinsiyetinin dişi olduğunu anlatmak için çırpınmaktalar. Zaten meleklerin onların ruhunda dişi olmaktan başka şansı da yoktur. Ülkenin bin yıllık refleksinin sırtına Ergenekon yaftasını asıp, karanlığın doğacağını ilan etmeye hazırlanmaktalar. Oysa sadece güneştir doğacak olan, karanlık değil. Ah, Ferdi Tayfur’un o ciğer dağlayan şarkısı gelir aklıma: “Her gecenin bir sabahı var.” Evet, unutmasınlar, her gece bir sabaha akar. O memleket “Ölmek ölmek de, hırlamaya borcumuz yoktur!” diyenlerin de diyarıdır. O diyar, yaşamın üçbuçukla dörtbuçuk arasında olduğunu, bunun için de önemli olan dört dörtlük yaşamaktır, diyen Neyzen Tevfik’lerin de diyarıdır